22 Temmuz 2013 Pazartesi

DOĞRU

ne çok doğru var...
ben hangisindeyim
hangi kapıyı çalmalı
hangi pencereden bakmalı
doğan güneş herkese aynı mı dokunur
ne çok doğru var herkesin dilinde
bendeki doğrular ne çok
acı kekre bir tat var damağımda 
dilimin ucuna gelen söylenmemiş sözler
ertelenmiş umutlar
düşlediğim güneşli günler
ve kulağımda hep aynı nakarat "dünyayı güzellik kurtaracak
bir insanı sevmekle başlayacak her şey ..."


şarabın kırmızısına dalmış gözlerinde doğruları var
dil biraz dolaşık
eli yakmaya yakın bir sigara ve onlarca yüzlerce doğru
hakkaniyete dair söylemler...
secdeye kapanmış alnında doğruları var
iyiliğe,
paylaşmaya, almadan vermeye dair söylemler...
hak yiyenlerin de doğruları var
hak kaybedenlerin de...
....
doğru nedir???


söyle yüreğim söyle
en doğru senin gözlerinde doğan
senin atımlarında batan...
aklımı bıraktım
sadece seni duymak istiyorum
söyle kalbim doğru ne...

6 Temmuz 2013 Cumartesi

TEYZE

-teyze
-teyze
-teyze
"teyze cevap verse ya.. duymaz bunların kulaklarıda." omzuma dokundu yumuşacık gençlik kokan elleri.burnumun direği sızladı, gözlerime yaş yürüdü.
-teyze, son istasyon.
Teyze bendim. çenem düşmüş göğsüme, ağzım yarı aralık, boğazım kurumuş, uyuyakalmışım. Teyze bendim...
Ne vakit oldum teyze? Bunu ben mi istedim? Ben yirmili yaşlardayım. Kim koydu bu adı bana? teyze... ben çocuklar mı büyüttüm? onlar büyürken ben geçen yılları mı saydım? cocuklarımın aşklarını mı dinledim? oğlumu kızlardan, kızımı oğlanlarda mı kıskandım? torun mu bekledim hem korku hem heyacanla?.. ne vakit kendime dair umutlarımı çocuklarıma aktardım?
Teyze olmadım ben.
Teyze onlar, ben değil. Ben daha yirmilerde.
Omzumdaki ele dokunup teşekkür ederken metronun camında göründü teyze. baktık birbirimize uzun uzun. Bakış benim, yüz benim, gözlerden akan hüzünlü yaş benim... ya o omuzlar... çökmüşler iki yana... ya şu göbekle birleşen göğüslere, üstünde tutuşan ellere ne demeli... hafifçe aralanmış bacaklar, bu teyze ben miyim?

26 Mayıs 2013 Pazar

MEMLEKET HAVASINDA


MEMLEKET HAVASINDA

Malatya’nın bir yerinde doğanlar Malatya’ya gelenler, kendini Malatyalı sayanlar buluştu bir dere başında. Kalabalık olur da müzik olmaz mı? Vurdu davulcu tokmağını davula…

“Malatya Malatya bulunmaz esin
Gönülleri coşturur ayla güneşin”

Coştu da Malatyalı. Bu ritmi duyup da coşmayan, halaya durmayan Malatyalı var mıdır? Ben bile coştum. Ben ki türkülere hep yabancı kalmışımdır. Duydum mu davulun sesinden zurnayla Malatya Malatya’yı ayaklarım durmaz yerinde…

“Bu dere kumlu dere
Neni de yârim neni
Kumunu sere sere
Neni de yârim neni”

Eee, dere başında ve ayni toprağın insanıysan, ayni geleneklerin ortak paydasıysan ayaklar yabancılamaz. Vurur ayaklar çimli toprağa. Yandan ulaştı elime unuttuğum bir tat " dürmeç" aman Allah’ım kaç yıl olmuş yemeyeli? Ama damağım unutmamış tadı...
Davul çalmaya zurna söylemeye, eller küçük parmaklarda, ayaklar toprağı dövmekte. Kadın erkek el ele. Bu memleketin insani bir başka... Ne mezhep, ne etnik köken, ayrılmaz birbirinden bu toprağın insanı. Zılgıt da çeker, halaya durur, semah da çeker. Selamı bir başkadır. İnancını, bağlı olduklarını, sorgulamaz. Yüreğini görür, paylaşmak ister. Çayını, çorbasını, evini ekmeğini... Değil miyiz ayni gökyüzünün altında, ayni yeryüzünün üstünde. Öldüğümüzde ayni toprak değil mi gömüldüğümüz? Ne gerek var yaşam dediğimiz kısacık zaman diliminde selamsız, paylaşımsız ölmelere...
Çocuk sesi bastırıyor zurnanın sesini... Çocuk varsa dünya yaşanası bir yer. Susarsa çocuk sesi bilin ki o gün kopacak kıyamet. Susacak, duracak dünya, ölecek tüm canlılar ve solacak tüm yeşillikler, toprak olacak tüm ümitler, var olanlar, ceplerinizde var saydıklarımız...

"Karamık dalını eğmiş kenara kenara
Yolcular buradan gelip geçmesin diye "

Sazıyla inletiyor sözleriyle acıtıyor genç sanatçı. Yüreğime değiyor sesindeki inleyiş. Çocukluğum ve abim düşüyor aklıma. O söylerdi bu türküyü ama böyle acımazdı yüreğim. Oyun gibiydi onun bu türküyü söylemesi. Türküyü söylerken karamuk dallarının suya değdiği dere kenarında yürürdük. Eğer vakit sonbaharsa bordoya dönmüş meyveleriyle ellerimiz kararıncaya kadar yer ve dilimizde biraz da alaycı;

"garaaaaamih dalini egmis keenaraaaa kenaraaaa
Yolcuuuuuuuular buradan gelip geçmesin diyeee geçmesin diyeeee"

'E'ler, 'a' lar uzatılır gerekli gereksiz yerde. Ne anlardık ki biz notadan, seslerden. Hikâyesinden, duygusundan, yerinden-yöresinden... Oyundu her söz, her bakış,  her duruş. Türküdeki acıyı anlamak bizi isimiz değildi. Meğerse acı büyüklerinmiş...

Simdi sanatçı türküyü soyluyor ya yüksek perdeden ve vururken sazının tellerine, ben çocukluğumdaki neşeyle gecen o anılarıma mı bıraksam kendimi, yoksa şimdiki ben ve sızlayan yüreğime mi? Bundan mıdır kimsenin büyümek istemeyişi ve yas alınsa bile içimizdeki çocuk hikâyesine sığınmalar bundan mıdır? Ne dert, ne kasavet, ne anılar, ne çocukluk… Buğun bir arada olmadaki maksat bir selama, bir halaya ve yufka üzeri etli pilava ortak olmak değil midir? Simdi niye söylersin bu türküyü, vur surdan neşelisinde sazının tellerine. Maksat bir günlük olsun çocuk olmak. Yatırmak karpuzu derenin soğuk suyuna, atmak mangaldaki kor kömürlere etleri tavukları, köfteleri... Maksat neşeyle buluşturmak elleri... Sanmayın acıyı yok saydığımı. Zaten buluşmuyor muyuz yasımızda, cenazemizde, sıkıntımızda. Biz bu toprağın insani yok saymayız hiç bir duygumuzu.
Vur davulcu, koyma zurnayı yalnız. Eller buluşur seninle ve bir anda herkes tanıdık, herkes ayni memleketli. Ne Arguvan, ne Hekimhan, ne Doğanşehir, ne Güzelyurtlu, ne Ballıkayalı, sadece Malatyalı olmaktır burada olmak. Memleketimiz kadar cömert ve sıcak olmak.

26 Mayıs 2013, Ankara

14 Mayıs 2013 Salı

........

gözler hatırlatmasa bir başka yerde bir gülüş, bir dokunuş, yanından geçip giden kelebeğin serinliği hatırlatır, yolda çizgiler, yere düşen yağmur damlaları, gülün kıvrılan yüzü hatırlatır, hiç bir şey hatırlatmasa yüreğin hatırlatır, elinin en küçük parmağında atan nabız hatırlatır

26 Mart 2013 Salı

METRODA SEYİR


Yaş ellinin üstünde belki 60 ayaklarda siyah terlik ve mor çorap, sarıya çalan çiçekli uzun basmadan eteği, kahverengi bir kazak. Beyaz yelek, yeşil-beyaz yazması, memeler göbeğiyle bitişmiş, eller göbeğin altına destek. Yanındaki adamla hararetli hararetli konuşuyor. İsyan var bakışında sözlerinin çınlayan yankısında ve belki de yılların dinlenilmemişliği ile yanındaki erkeğe kendini tasdik ettirmek istiyor.
Erkek kadından daha yaşlı, siyah ayakkabısı, gri çizgili-siyah pantolon, mavi çizgili beyaz gömlek, donuk yeşil ceketi, kocaman kırmızı burnu, sigaradan sararmış bıyığı ve çatallaşmış sesiyle kadına boyun eğiyor. Her sözünü onaylıyor. Kral şimdi oydu erkek ise tebaa
Erkeğin gençliğindeki krallığı çoktan gitmiş, teslim olmuş, bir zamanlar varlığından bile emin olmadığı kadına, şimdi baş tacı eylemiş. 
Tren yol aldıkça konuşmaktan yoruldu kadın. Sürdü kendini sessizliğin içine, gözlerini bir noktaya kilitleyip dondurdu bakışlarını. Kraliçe olmadan kral oldum sayıyordu ya aslında o da biliyordu, yeni kimliği kocaya bakıcı.
Erkek bıraktı gözlerini uykuya, çenesi düştü göğsüne, ufak mırıltılar çıkararak.
 Gençliğinde sergileyecek gücünün odağıyla açılan bacakları, şimdi gücünün kaybını gizlemeye çalışan mahcubiyetiyle bitiştirdi bacakları ve elleri kucağında perde diye bırakılmış.
Kadın gençliğinde bir elması, zümrüdü saklarcasına bitiştirdiği bacaklarını şimdilerde erkeğin gençliğinde yaptığı gibi açmış iki yana, saklayacak , sakınacak bir şeyi kalmamış

gecenin birinde, bir hastane odası


Saat gecenin 04.00 ü ve ben çok yorgun, uykusuzum. Annemin ağrıları nihayet dindi ve uykuya geçti. Alışkınım evde de geç uyumaya ama şimdi uyku basıyor. Dün gecenin yorgunluğu etkili olmalı bunda. Seyrettiğim filmin romantizmiyle yazmaya çalıştığım hikâyeye iki sayfa daha ekledim. Sonra bir sigara yakmak ve kahve içmek için 9 kat inip dışarıdaki tek açık kafeteryaya geldim. Soğuk çarptı bağrıma. Kahvemi aldım, birde sigara. Dışarısı sakin. Gündüzün hengâmesi kalmamış. Ne kadar uzun zaman olmuş hastanede vakit geçirmeyeli. Eski nöbet tuttuğum günler geliyor aklıma ve birde uyumak için boş sandalye aradığım günlerim. Daha genç daha heyecanlı. Gün ışığıyla yeni güne doğduğum günler. Daha umutlu, hayata dair. Ya şimdi hayatın neresindeyim. Annem beni görünce ağladı. İyi ki gelmişim. Bana ne kadar gelme dese de, içinde bir yanı meğerse beklermiş ve onun ameliyattan çıkacağı anı beklemek ne zordu. Alışkın değilmişim. Ameliyatta olmak birilerini beklediğini bilmek gibi değilmiş. Şimdi kahvemin son yudumunu alıp annemin yanında ki sandalyede kestireceğim

Saat sabahın 06.00’sı karnım çok aç. Sandalyede 5–10 dakikalık uyku, üşüdüm, uyuyamadım. Anacığım yanında yer açıyor. Kıyamıyor benim sandalyede uyumaya çalışmama. Hastane havasından olmalı. 14 yaşından itibaren o havayı solumak, asıl yaşam alanımmış gibi, bu saatte açlığımı hissettim. Oysa yaklaşık 9 yıl oldu ayrılalı, hastane ortamından ama hiçte özlememiştim.

07.15 kahvaltı da zeytin, kaşar peyniri, bir paket reçel, bir paket tereyağı. Eskilerdeki gibi su bardağında değil, kâğıt bardaklarda çay. Hem personel yerinde değil, hasta refakatçileri yerinde yapılan kahvaltı. Hani hiç dikkat etmediğin hasta yakınlarındanım şimdi. Güneş yükseliyor ve gözlerime doluyor. Nasılda rahatım, yuvamda gibi. Hiç ayrılmamalı mıydım acaba çalışma ortamından. Oysa gün gelince mutlaka ayrılacaktım. Aklımda ne çok şey var düşünecek. Oysa ben ne çok yorgunum. Yeni bir öğretiye gücüm var mı? Susmalıyım. Önce bir çay daha isteyeyim. Hem annem bekler aşağıda. Ağabeyimde gelir birazdan. Önce doktoru beklemeli. Bilgileri almalı, anacağımın kan sonucunda ne çıkacak. İşte ben böyleyim. Kendime dair düşüncelerimi yoluna koyamadan, başkalarının hayatını kolaylaştırmaya çalışırım ve ne istiyorum, gücümü tüketmeyecek, bir güç varlığını hissettirecek, yanımda. 29.03.2007 Adana Başkent Hastanesi

21 Şubat 2013 Perşembe

BANA İYİ GELİYORSUN


Tırmandı çocukluğunda kalan masalların
Göğü delen fasulye merdivenine
Bir kara tespih tanesine atladı, en tepeden avuçlara
Yuvarlandı siyah geceden, kara tanelerden
 Kaydı avuçlara
Kehribar mıydı?
Anlamazdı ki
Tutundu biriktirdikleriyle
Sımsıkı kucakladı her bir taneye
Bir sarhoşluk sardı,
Elma kokuyordu
Nargile çekmiş parmaklardan
Bir şiire düştü
Tespih tanesiyle yuvarlandı, bir iki sallandı
Bir elden öbür ele geçti
Masaldan sıyrılıp gerçeğe dönüştü duyulan her söz
Mavi gözler çağırıyordu
El verdi ufak gülüşler
Takıldı bir gülüşün dalına
Aktı yüreğinin tam içine derken
Kalabalıktı
Bir köşeye sindi
Bekledi sırasını
İçine damlıyordu
Ilık ılık
Sıcacık
Her söz
Her gülüş
Her tespih tanesi dönerken parmakların arasından
Henüz kirlenmemişken
Kaynağından değil
Her yanından içilen serin dereler gibi
“bana iyi geliyorsun” dedi
Uzaktaydı
Çok uzakta

20 Şubat 2013 Çarşamba

Gelirken biraz İstanbul getir...
Biraz tuz biraz nem,
Martıların çığlığını,
Kadıköy simitçisinden pazar sabahını
İyot kokusunda simit getir
Gelirken İstanbul getir
Masal getir
Asalet
Sevdalar
Çağlar deviren çağlar açan güç getir
Balık ekmek kokusu
Boğaz köprüsünün bulutlu siluetini
Kasırlardaki ayak izlerine yağan yağmur getir, kar getir
Laleler getir bahar bahar
Erguvanlar getir geçmeden mevsimi
Beyoğlu’nun telaşını, Taksim’in kalabalığını
Sarayların saltanatını
Sultanahmet’in semalarında yükselen ezanı
………
Hepsini değil
Biraz İstanbul getir
 

KAÇ KİŞİYİM

ben kaç kişiyim ..... sen kaç kişisin deme tekim, birim tek olsan bir olsan sevmezdin beni ..... olduğum gibi sevmezdin öfkemde, sabrım da, ...